Çocukluk

 Tanrı, senin yaptığın her şeyi bilir, dedi annesi. Bu inanılmazdı ona göre. "Yorganın altından sana dil çıkarsam da mı bilir yani?" diye sordu. Evet yanıtını alınca korktu, ağlamaklı oldu. Birçok kez yorganın altından dil uzatmıştı annesine. Onu sadece kendisi biliyor sanıyordu. Korktu.

 Büyükçe bir evdi kaldıkları. Kışın ısıtması zor oluyordu. Kaloriferlere takviye olarak elektrikli soba kullanıyorlardı; ondan da korkuyordu. O, Tanrı olamazdı yine de. Çok salaktı. Yürümüyordu bile.

 Şeker olabilirdi belki Tanrı. Her zaman midesinde bulunurdu çünkü. Ya da belki su. Pekmezli süt.. Pekmezli süt şekerden daha güzeldi. O muydu Tanrı?

 Yorganın altına girip bir-iki deneme yaptı. "Bunu da gördü mü yani?" Görmüştü. Üzüldü. Şimdilik bunu bir yana bırakmakta fayda var diye düşündü. İçeri gidip babasını görmek istedi.

 Gitti salona. Panasonic teypte, daha önce hiç duymadığı bir müzik çalıyor, bir yandan da kulağına hiç yabancı gelmiyordu. Babasına sordu. Beethoven dedi babası - Beethoven, deterjan paketinden çıkan gerçekçi köpeğe verdiği isimdi. O isim nereden aklına gelmişti, onu da bilmiyordu. Bu müzik köpek miydi?

 Dinledi uzunca süre. Dokuzuncu'ydu çalan. Öyle etkilenmişti ki.. Tanrı, Beethoven'dı. Beethoven, onu yorganın altında bile görürdü mutlaka! Karar verilmişti! Korkmasına ne gerek vardı, Beethoven mükemmeldi..

 "Spring, belki bu kış gecesinde elektrikli sobayı sollayıp içimizi daha fazla ısıtır." deyip teypte bir şeylere bastı. Tanrı sustu. İçinden bir oyuncak çıkardı babası. Sonra başka bir oyuncak koydu. "Bu da Vivaldi." deyip.

 Vivaldi mi?! Spring mi? Beyaz arabalarının ismiydi. Renault Spring.. Yolda giderken çıkardığı seslere hiç benzemiyordu bu teypteki. Otomobil yolda giderken anırıyordu, eşek gibi. "Gıcık Spring, yolda giderken de böyle sesler çıkarsana!" Çalan müzik bir anda yok etti bu düşünceleri. Bu başka Spring, dedi. Yolda giderken annesi ona başka renk Springler gösteriyordu. 

 Karar verdi, Spring Tanrıydı. Araba olan Spring değil, müzik olan. Beethoven da Tanrıydı.

Jean-Paul Sartre'ın beş öyküsünün bulunduğu Duvar adlı kitaptan; "Bir Yöneticinin Çocukluğu" öyküsünde bir bölüm hatırlattı.

Beni de düşün

Bir arşivden
bir şarkı..
İstedim.
Yoktu, Müjgan değilsin ki!
Yine de istedim; çünkü o sıra
hayaline sarılıyordum!

Bir-iki büyükçe adım;
bir-iki kulaç dedim.
Gerek yok,
mesafeyi abartmaya!
Küçük dünya!

Kendine iyi bak, beni de düşün..

Ağladıkça

Dertten tasadan yoksun zamanlar,
bir ağlamaklı şarkı açar,
kapatmaya kıyamam...
Derdim olur "Ağladıkça"
bitene kadar ağlar,
ağlatılırım..
Sonra da
"Kafama sıkar giderim."

Halbuki aklımda ne Müjgan,
ne de Herhangi..

Ağladıkça kafama sıkar giderim...

Anti-tez

Bir saat önce
utanırdım,
içemezdim, oturup yazamazdım..
Çoluk çocuk..
Tez elden gitsinler!

Haydi fazlalık insanlar!
İmroz'da bu isimsiz rıhtımda,
işiniz yok sizin!
İçenlere bırakın,
yazanlara bırakın!

Saçlarım pejmürde..
Üstten dört düğme fora gömleğim..
Yanımdan geçen kızlar,
bakıyorlar yine de..
Fark etmiyor değilim..

Gayri ahengi haiz gece:
üç midye dolma,
sınırsız bira..

Saat on ikiyi geçmeden,
terkediverdi fazlalıklar etrafı..
Dükkanların ışıkları,
sönmesinler! Korkuyorum!
Rüzgar dinmesin!
Yarılanmış sepya biramı
savursun ordan oraya!
Sanki hacıyatmaz!

Işıklar,
ses,
kayıt!

Sen Endülüs'te Raks et

Hayal ettim, kıyıda tek başımayım...
Ege'de, Yunan açıklarında,
isimsiz bir kıyıda...
Ay yok, yakamoz yok, bakıyorum yine de;
ardımda
sokak lambalarının
önümde suyla sevişmesine..

Bir elimde ellilik,
kahverengi cam kör eder gibi..
Diğer elimde parlak bir şey,
bu da ne!

Doğru ya,
seni arayacaktım..
Elim varmıyor Müjgan,
seni bu gece boşvermek elzem..
Sen Endülüs'te raks et!
Sen Endülüslüyle raks et..